enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
32,5580
EURO
34,9769
ALTIN
2.426,92
BIST
9.722,09
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Bursa
Az Bulutlu
26°C
Bursa
26°C
Az Bulutlu
Perşembe Az Bulutlu
21°C
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
19°C
Pazar Az Bulutlu
20°C

ÇATI ÇÖKTÜ, KEL GÖRÜNDÜ

31.01.2022 12:47
A+
A-

Önce düncel

Hepimiz günlük hayatta ufak tefek de olsa mahcubiyetler yaşamışızdır. Söylediğimiz bir yalan ortaya çıkınca yüzümüz kızarmıştır mesela… Veya geleceğe yönelik ısrarlı bir tahminimiz gerçekleşmeyince dostlarımız karşısında utanmışızdır. Bir arkadaşımızın kulağımıza fısıldadığı Pantolon düğmelerinden birini iliklememişsin” veya Çorabının birini ters giymişsin,” gibi uyarılar da birer mahcubiyet sebebidir. Hele hele kalabalık bir ortamda farkında olmadan gaz çıkarmak prestijimizi yerle bir eder.

Ben altmış yıllık ömrü hayatımda en büyük mahcubiyeti otuz kişilik öğrenci topluluğunun karşısında yaşadım. Aradan yirmi iki yıl geçmesine rağmen o uğursuz ders saatini, öğrencilere rezil olduğum anları unutamıyorum ve ölünceye kadar da unutamam.

Olay şöyle gelişmişti:

YAZI ARASI REKLAM ALANI

99 Nisan başında açıktan atama yoluyla tayinim Gürsu Atatürk İlköğretim Okulu’na çıkmıştı. İlçenin en eski eğitim yuvası olan dokuz derslikli bu okul, kapasitesinin çok çok üzerinde öğrenciye hizmet veriyordu. Sebebi ise zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıydı. Taşımalı sistemle köylerden getirilen öğrenciler nedeniyle sınıflar dolup taşmıştı. Öyle ki en fazla kırk kişinin eğitim öğretim görebileceği sınıfların mevcudu seksen civarındaydı, iki kişilik sıralarda sıkış tokuş dört öğrenci oturuyordu.

İdareciler, öğretmenler, veliler ve öğrenciler umutlu bir sabırla eğitim öğretim yılının bitmesini bekliyordu. “Umutlu bir sabır” diyorum, çünkü okulun geniş bahçesine üç katlı, yirmi derslikli yepyeni bir okul yapılıyordu.

Uzatmayalım; yaz tatili geldi geçti, yeni öğretim yılına yeni okulumuzun yeni sınıflarında başladık. Sınıflar tertemiz, sıralar ve kürsüler yepyeniydi. Kara tahtalardan kurtulmuş, yeşil tahtalara kavuşmuştuk. Ve en önemlisi de sınıf mevcutları otuza düşmüştü. Eğitim öğretimi aksatacak hiçbir olumsuzluk yoktu, beş altı ay önce somurtup kararan yüzler gülüyordu artık.

Eski okul yıkılmamıştı; spor malzemelerinin, eski tahta, sandalye ve sıraların muhafaza edildiği ardiye olarak kullanılıyordu.

Sanırım mart sonunda bir ikindi vaktiydi.  Üçüncü katta 7/B sınıfında ders işliyordum.

Dışarıda müthiş bir lodos vardı. Zaman zaman hızlanan rüzgâr “Açın şunları, kırarım ha!” der gibi pencerelere hücum ederek homurdanıyordu. Okul bahçesi bomboştu; zaten bu havada aklı başında hiç kimse okula gelmez ve binadan çıkmazdı.

Derste fabl tipi alegorik bir metin inceliyorduk. Hikâye kahramanı yaşlı bir eşekti. Sahibi, her zaman semer yaptırdığı usta öldüğü için acemi birine semer yaptırmış ve dolayısıyla eşeğin sırtı yara bere içinde kalmıştı. Zavallı eşek iki gözü iki çeşme eski ustayı minnetle anıyor, yeni ustanın becerisizliğinden dert yanıyordu.

Ders esnasında: “Çocuklar, biliyorsunuz ki bu tip eserlerin kahramanları genellikle hayvanlardır; biz insanların yaşadığı olaylar, hayvanlar arasında yaşanmış gibi anlatılır. Bu hikâyede anlatılan kötü semere, beceriksiz ustaya ve ıstırap çeken eşeğe benzeyen insanlar ve olaylarla ilgili günlük hayatımızdan örnekler verebilir misiniz?” diye sordum.

Öğrencinin biri: “Önce siz örnek verin öğretmenim!” dedi.

Örneğim çoktu: Dedemin; üç odası da tren vagonları gibi art arda sıralanan kullanışsız kerpiç evinden; Bursa’da birkaç sene önceki sel baskınında çöken köprüye nispet yaparcasına ayakta kalan beş yüz yıllık köprüden, acemi berbere tıraş olan bir insanın kel keleş görünmesinden söz edebilirdim. Fakat “Şeytan dürttü” diyelim; daha somut bir örnek olsun diye aşağıda, yaşlı ve illetli bir insanın beli gibi bükük görünen eski okulun çatısına, yer yer kararmış ve yosun tutmuş kiremitlerine gözüm takılınca fikir değiştirdim ve ölçüp biçmeden, tartıp düşünmeden, daha açık ifadeyle ilçe halkına elli altmış yıldır hizmet vererek miadını doldurmuş binanın mazisini hesap etmeden:

“Bakın şu okula; çatısı neredeyse çökecek,” dedim. “Duvarları desen fizikî Türkiye haritası gibi bombeli… O bina kötü semer ustasının kötü semeri, içinde bulunduğumuz bina ise iyi ustanın iyi semeri.”

Cümlemi henüz bitirmiştim ki bir çatırtı koptu. Birbirine çarpan veya sürtülen çok büyük iki nesnenin çarpışmasına benzer bu gürültüden sonra bir iki saniye ortalık karardı ve ardından hem binayı hem de yürekleri hoplatan şiddetli, çok ama çok şiddetli bir gürültü daha koptu. Sınıfta tam bir kaos hüküm sürüyordu: Haykırıp ağlayanlar, kapıya doğru koşanlar, ayağa kalkanlar, donmuş hâlde yerinde oturanlar… Bu konuda eğitimliydim, avazım çıktığı kadar bağırdım:

“Deprem oluyor, herkes sıranın altına girsin!”

Öğrenciler de eğitimliydi. Ben öğretmen masasının, onlar da sıraların altına girerek kaderimizi belirleyecek akıbeti sessizce bekledik. Aradan beş saniye, on saniye geçti; hiçbir şey olmadı. Ne bir hareket ne bir sallanma ne de bir sarsılma…

Masa altından çıkıp bahçeye baktım:  Aman Allah’ım, neler görüyordum ben!

Şimdi diyeceksiniz ki: “Olamaz, yalan, uydurma, tamamen kurgu; bu kadar tesadüf olamaz ki!..”

Vallahi de doğru, tallahi de doğru!

Bizim bina ile eski okul arasındaki meydanda çoğu kırık ve darmadağın binlerce kiremit vardı. Paramparça kiremitlerin arasında yer yer uzun keresteler ve tahta parçaları göze çarpıyordu.

Durum anlaşılmıştı. Yeni binamızın çatısı lodosa dayanamamış ve okul bahçesine uçmuştu. “Deprem değilmiş, çıkabilirsiniz!” diye bağırınca öğrenciler siperlerinden çıkıp pencere önlerine yığıldılar ve ibretlik acı manzaraya baktılar.

Hani “Şapka düştü, kel göründü,” diye bir deyim vardır ya; az önce körü körüne övdüğüm binanın çatısı uçmuş ve müteahhidin keli görünmüştü.

Çok zeki ve bir o kadar da muzip bir erkek öğrenci, alaycı bir tebessümle birlikte yüksek ses tonuyla: “Öğretmenim; övdüğün binanın çatısı uçtu, yerdiğin binanınki sapasağlam duruyor,” deyince utançtan kulaklarıma kadar kızardığımı, bana bakan otuz çift gözün karşısında eridiğimi, ezildiğimi, tükendiğimi hissettim.

“Dıştan sağlam görünüyor evladım, kabahat lodosu hesaba katmayan müteahhitte. Ama devlet baba bunun hesabını sorar,” gibi laflar gevelesem de karizmam çizilmiş, prestijim sıfıra inmişti; savunma mekanizmamın hiçbir sözü veya telkini mahcubiyetime çare olamazdı.

Şimdi de güncel

Sevgili okuyucular, bu hatıramı niçin anlattığımı tahmin etmişsinizdir. Geçen hafta da İstanbul’da bir çatı çöktü ve kel göründü. Bu çatı alelade bir okulun veya evin çatısı değildi elbette. Dünyanın en büyük havalimanı denilerek âlây-ı vâlâ ile açılan İstanbul Havalimanı’nın kargo binasının çatısıydı çöken. Çatı, üstünde biriken kara dayanamamış, yerle bir olmuştu.

Öyle sanıyorum ki binayı yapan müteahhitler ve mühendisler “kar birikme” ihtimalini göz ardı etmişlerdi. Öyle ya; kar da neydi? Zaten küresel ısınma vardı dünyada, ayrıca kar İstanbul’a pek uğramazdı, uğrasa bile sera etkisi nedeniyle yere düşmeden erirdi. Çatıda birikecek kadar, hele hele çatıyı çökertecek kadar mümkünü yok kar yağmazdı İstanbul’a…

Sevgili okuyucular, İstanbul’daki kar fırtınası nedeniyle “görünen kel” sadece bu muydu? Elbette ki hayır! Dünyanın en büyük havalimanı yirmi saat civarında uçuşlara kapatıldı. Neden? Meğerki pistleri temizleyecek kar küreme araçları ve diğer ekipmanlar yokmuş havalimanında. Şaşırmamak ne mümkün!

Başka ne oldu? Hava limanında bir ilk daha yaşandı. Binaya hapsolan yolcular hep bir ağızdan İngilizce slogan attılar: “We need hotel, we need hotel”  Yani “Otele ihtiyacımız var!” Sonra ne oldu? Çevik kuvvet geldi, sloganlar sona erdi. Bu olay esnasında anladık ki dünyanın en büyük havalimanında otel de yokmuş. Hayret ki ne hayret!.. Fakat bir bardak çaydan en az on, bir fincan kahveden kırk lira alan konuksever ve cömert işletmeci hemen bir çare düşündü ve uykusu gelen yolculara karton levhalar dağıttı.

Kar düşünce görünen keller bu kadar mı? Elbette ki hayır… İki Bakan’ı Ankara’dan İstanbul’a getiren uçak Atatürk Havaalanı’na indi. O havaalanı ki yıllardan beri yolculara hizmet ediyordu, metro bağlantısı ve çevresinde altmış civarında oteli vardı. İktidar, yakın geçmişte bu havaalanını kapatmış, hatta iki pistine dikine olarak bir hastane kondurmuştu.

Son söz:

Çatısı uçan okulu ben yaptırmadım, ben yapmadım, kontrol eden ve teslim alan ben değilim ama bir vesileyle uçan çatı ömrümün en büyük mahcubiyetini yaşatmıştı bana. Uçan çatıcı müteahhitten ve kontrol mühendislerinden hesap soruldu mu bilmiyorum. Merak ettiğim şey acaba bir nebze olsun utandılar mı, utançtan kulaklarına kadar kızardılar mı? Peki ya diğerleri? Atatürk Havaalanı’nı genişletip güçlendirmek yerine uygun olmayan yere milyar milyar dolarlar harcayıp havalimanı yapanlar, utançtan yerin dibine girmesi gerekenler?..

Nasılsınız beyler, iyi misiniz?

 

Yazarın Diğer Yazıları
28.12.2021 19:42
20.12.2021 13:22
14.02.2022 14:41
06.03.2022 08:12
17.04.2022 15:28
28.11.2021 19:49
REKLAM ALANI
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.